Ne yazık ki, savaş insan deneyiminin bir parçası olmuştur ve zaman geçtikçe de olmaya devam edecektir. Bu nedenle de başlı başına bir tür haline gelmiştir. Bazıları savaş zamanında insanların birbirlerine yapabilecekleri zulmün yürek burkan hikayeleridir; diğerleri ise cesaret ve kararlılığın ve zafere ulaşmak için tüm zorlukların üstesinden gelmenin hikayeleridir. Savaş filmleri sinemanın doğuşundan beri var ve bütçeler büyüdükçe daha da iyi hale geldiler. Bu filmler aynı zamanda küresel olarak da üretilmekte ve izleyicilere farklı ülkelerde savaş zamanının nasıl bir şey olduğuna dair farklı algılar sunmaktadır.
İngilizler film yapım tarzlarında her zaman farklı bir yaklaşıma sahip olmuşlardır. Savaş hikayeleri anlatma konusunda, sahip oldukları sofistikeliği ve zengin tarihi hissedebilirsiniz. Uzun bir askeri geçmişe sahip olan İngilizler, çatışma dönemlerinde her zaman yanınızda olan bir ülke. İngiliz savaş filmleri, diğer pek çok ülkenin bu türe yaptığı katkılar gibi dünya çapında tanınmıyor, ancak yine de savaşın kayıpları ve bu hikayelerin nasıl anlatılması gerektiğinin büyük ölçeği hakkında söyleyecek bir şeyleri var.
12 A Field in England (2013)
İngiliz İç Savaşı sırasında 17. yüzyılda geçen bu filmi Ben Wheatley yönetti. İngiltere’de Bir Tarla, bir savaştan kaçan bir grup asker kaçağının boş, büyümüş bir tarladan geçmesini konu alıyor. Adamlar daha sonra zihin değiştirici bazı maddeler aldıktan sonra bir simyacı tarafından yakalanır ve tarlada bir yerde gizli bir hazine arayışında ona yardım etmek zorunda kalırlar.
Ben Wheatley’nin Çarpıcı Siyah-Beyaz Görselliği
Ben Wheatley, Free Fire, Kill List gibi diğer harika filmleriyle ve Meg 2: The Trench gibi büyük bütçeli gişe filmlerine yaptığı girişimle şu anda piyasadaki en iyi bağımsız film yapımcılarından biri. Ancak insanlar İngiltere’de Bir Tarla’yı (özellikle de beyazperdede) çarpıcı siyah-beyaz görselliği ve absürdlüğü için izlemeye akın ediyor.
Bu listede bir savaş filminde görebileceklerinizle örtüşen pek çok film olacak ama bu film sanat sinemasını savaş alanına girenlerin başına gelenlerin acımasızlığıyla harmanlıyor.
11 It Happened Here (1964)
İlk olarak 1964 yılında gösterime giren It Happened Here, Nazilerin İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmasını konu alıyor. Tarihe acımasız bir bakış atan film, artık Nazi yasaları altında olan Büyük Britanya’da İrlandalı bir hemşire olan Pauline’i (Pauline Murray) izliyor. Kendisini Büyük Britanya’nın direnişi ile Hitler’in Üçüncü Reich’ı arasında sıkışmış bir halde bulan Pauline, etrafındaki çökmekte olan dünyayla mücadele ediyor.
It Happened Here ve The Man in the High Castle Karşılaştırması
It Happened Here’ı The Man in the High Castle gibi bir televizyon dizisiyle eşleştirin. Dünya Savaşı’nın başlangıcında Naziler Büyük Britanya’yı işgal etme planlarında başarılı olsalardı bunun pek çok kişi için gerçek olabileceğini fark ettiğinizde filmin dehşeti sizi ürpertebilir. Film aynı zamanda biraz düşük bir bütçeyle çekildi, çünkü yönetmenler Kevin Brownlow ve Andrew Mollo’nun filmi bitirmeleri sekiz yıl sürdü, çünkü filmi yapmak için fonları sürekli tükeniyordu.
Ancak, Stanley Kubrick gibi ünlü yönetmenlerden yardım almışlar ve Dr. Stangelove‘dan bazı kısa bölümleri filmin görüntülerine biraz yardımcı olması için filme bağışlamışlardır.
10 Hope and Glory (1987)
Hope and Glory, odağını savaşın askeri cephelerinden, yaşanan çatışmalarda acı çekmek zorunda kalan masum seyircilere kaydırıyor. Film, Billy Rowan (Sebastian Rice Edwards) adlı bir karakterin, Alman cephesinden Londra’ya yapılan bombardıman gecesinde hayatta kalmaya çalışmasını, ancak sabah olduğunda arkadaşlarıyla birlikte enkazın içinde yaşadıkları maceraları anlatıyor.
Yönetmen John Boorman’ın Gerçek Hayattaki Deneyimleri
Yönetmen John Boorman bu filmi çekerken gerçek hayattaki deneyimlerinden yararlandı. Hope and Glory, savaş dramını alıp bir çocuğun gözünden görülen vahşetin ergenliğe giriş hikayesine dönüştürüyor. Billy’nin gece bombardımanlarından sonra enkaz altında kaygısız bir çocuk olduğunu görmek ilginç bir bakış açısı sunarken, ailesinin hayatta kalmak için ne yapacakları konusunda korku içinde titrediğini görüyoruz.
9 The Guns of Navarone (1961)
The Guns of Navarone, bir Nazi üssünü yok etmek ve bunu yaparken bazı müttefik birliklerini kurtarmak için Yunan adası Navarone’a gönderilen bir grup müttefik kuvveti konu alıyor. Komando ekibinin başında müttefiklerin İngiliz lideri Binbaşı Franklin (Anthony Quayle) vardır, ancak kendisi görev sırasında yaralanınca ekibin başına Amerikalı Yüzbaşı Keith Mallory (Gregory Peck) geçer.
The Guns of Navarone’nin Taktiksel Dramı
1950’lerin sonu ve 1960’ların başı, bize savaşın vahşetinden ziyade taktiksel dramına odaklanan İkinci Dünya Savaşı filmleri kazandırdı. The Guns of Navarone, izleyicilerine yaşattığı gerginlik nedeniyle avuçlarınızı terletiyor.
Bu ekip kurtulacak mı, kurtulamayacak mı? Birbirine ait değilmiş gibi görünen ama ortak bir amacı paylaşan karakterlerin bir araya geldiği bir başka harika ekip filmi ve muhteşem Gregory Peck’in bir başka harika performansı.
8 Fires Were Started (1943)
Yönetmen Humphrey Jennings Fires Were Started’ı belgesel tarzında çekmiş. Film bizi Büyük Britanya’nın savaşmak zorunda kaldığı savaşlardan uzaklaştırıyor ve temizlik ekibiyle bize yeni bir şey gösteriyor, çünkü film bize Almanların Büyük Blitz sırasında Londra’da uyguladığı bombalamalardan kaynaklanan tüm yangınları söndürmek zorunda kalan itfaiyecilere bir bakış atıyor.
Tüm Zamanların En İyi İngiliz Savaş Filmleri: İtfaiyecilerin Göz Korkutucu Görevi
Jennings Fires Were Started’ın en ilginç yanı, bu filmde düşmanın kim olduğunu bilmemize rağmen Nazileri hiç görmememiz. Onların yıkımının sonuçlarını görüyoruz.
İtfaiyecilerin göz korkutucu görevi, film zaman zaman bazı propaganda notalarına ulaşsa bile, izleyiciyi çok fazla korkuyla dolduruyor. İtfaiyecilerden bazıları Blitzkrieg’deki olayları yeniden canlandırırken kamera için hala çok şey yapılıyor, ancak yapmaları gereken şeyin ağırlığı hala hissediliyor.
7 Darkest Hour (2017)
Winston Churchill, İkinci Dünya Savaşı sırasında Batı Avrupa’yı bir arada tutan kişiydi ve bu konu Darkest Hour filminde işleniyor. Bu film sadece savaş dönemindeki Başbakan Churchill’in (Gary Oldman) biyografisi değil, aynı zamanda o dönemdeki Büyük Britanya’yı ve tarihteki mirasını nasıl sağlamlaştırdığını inceleyen bir film.
Gary Oldman’ın Winston Churchill Performansı
Gary Oldman, protezler, makyaj ve parlak bir performansla, Winston Churchill’i canlandırdığı o yılki Oscar ödüllerinde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Oldman’ın galibiyetine eşlik eden Darkest Hour, Londra’dan gelen ve bir filme nasıl Avrupai bir incelik katacağını bilen Joe Wright tarafından yönetildi.
Bu yönetmen bize Atonement ve Pride & Prejudice gibi filmleri kazandıran kişidir. Filmde bazı küçük tarihsel değişiklikler var ama mesaj açık: Churchill’in Britanya tarihinde güçlü bir yeri var ve film size bunun nedenini gösteriyor.
6 The Dam Busters (1955)
The Dam Busters, İkinci Dünya Savaşı savaş pilotlarının hikayesi ve biraz da bilimle harmanlanmış gerçek olaylara dayanıyor. Dr. Barnes Walls’un yıllarca suyun üzerinden atlayarak düşman üslerini, özellikle de barajları yok edebilecek bir patlayıcı cihaz geliştirmesinin gerçek hikayesi. Bu konsepte “The Bouncing Bomb” adı verilmiştir. Geliştirdikten sonra, bu yeni bombaları Almanya’nın Ruhr Barajları’nda kullanmaları için bir savaş pilotu ekibi görevlendirir.
Gerçek Olaylar ve Filmdeki Değişiklikler
Gerçek Dam Busters baskını 16 ve 17 Mayıs 1843 tarihlerinde gerçekleşmiştir. Kraliyet Hava Kuvvetleri görev sırasında toplam elli üç adamını ve sekiz uçağını kaybetti. Olayla ilgili filmde dramatik amaçlarla bazı küçük değişiklikler yapıldı ve bugün hiçbir şekilde geçerli olmayan bazı özel efektler kullanıldı.
Ancak, The Dam Busters bir tür yeniden başlatma için hiç de fena bir fikir değil. Gerçeğe dayanan bir savaş filmi ve İkinci Dünya Savaşı’nda pek çok kişinin imkansız olduğunu düşündüğü şeyleri başaran adamlarla ilgili pek çok küçük hikayeyle aynı çizgide yer alıyor.
5 The Hill (1965)
The Hill, Sidney Lumet tarafından yönetilen ve başrolünde Sean Connery’nin oynadığı 1965 yapımı bir hapishane savaşı dramasıdır. Connery filmde, Kuzey Afrika’daki bir hapishaneye yeni gelen beş mahkûmdan biri olan ve askeri mahkemeye çıkarıldıktan sonra disiplin kampında olmanın zorluklarıyla yüzleşmek ve sadist gardiyanlarla dişe diş mücadele etmek zorunda kalan Başçavuş Roberts’ı canlandırıyor.
Savaş Alanından Hapishaneye: Sidney Lumet’in Yönetimi
Bizi savaş alanlarından ve savaşın yüksek riskli ölüm kalım anlarından çıkarıp hapishaneye sokmak ve yine de ilgi çekici bir drama yaratmak yönetmen Sidney Lumet’e kalmış. James Bond’u canlandırması dışında, Sean Connery’nin kariyerinin bu dönemindeki en iyi performansı bu olabilir.
Unutulmaz katkılarda bulunan diğer büyük oyuncular ise çivi gibi sert Çavuş Williams rolündeki Ian Hendry ve Jacko King rolündeki muhteşem Ossie Davis. Bu film bir kez daha savaştan çok farklı türde hikayeler çıktığı fikrini pekiştiriyor. Askerler için disiplin hapishaneleri genellikle göz ardı edilir. The Hill’de o kadar çok karşıt kişilik var ki, buranın bir bombalamadan ziyade gerilimden patladığını düşünüyorsunuz.
4 1917 (2019)
1917, I. Dünya Savaşı sırasında geçiyor ve intihar görevi gibi görünen bir görev için emir alan iki İngiliz askeri; Onbaşı Blake ve Onbaşı Schofield hakkında. Zamana karşı bir yarış içinde olan ikili, düşman hatlarını gizlice geçmeli ve biri Blake’in kardeşi olmak üzere binlerce kişinin hayatını kurtarabilecek bir mesajı başka bir üst rütbeli subaya iletmelidir.
Yönetmen Sam Mendes’in Büyükbabasından Esinlenen Öykü
Sam Mendes bu filmin öyküsünü büyükbabasına ve onun savaş sırasında Mendes’e anlattığı bir hikayeye dayandırdı. Hatta pek çok kişi bu filmi Birinci Dünya Savaşı’nın son dönemdeki en sürükleyici öykülerinden biri olarak nitelendiriyor. Bu, dünya tarihinde çok fazla göz ardı edilen bir savaş dönemi.
Mendes ve görüntü yönetmeni Roger Deakins filmi sürükleyici uzun çekimlerle ve seyircinin çoğunlukla fark etmemesi için hızlı geçişlerle çektiler, böylece tüm film büyük bir uzun çekim gibi hissettiriyor. Filmin doruk noktası, patlamaların yaşandığı bir savaş alanındaki uzun takip çekimleriyle destansı. Her şey fazlasıyla gerçekçi.
3 The Imitation Game (2014)
The Imitation Game, yeni kurulan İngiliz istihbarat teşkilatı MI6 tarafından Nazi şifrelerini kırması için işe alınan Cambridge’li bir matematik dehası olan Alan Turning’i (Benedict Cumberbatch) anlatıyor. Turning ve ekibi İkinci Dünya Savaşı sırasında birçok şifreyi çözmüş, büyük övgüler almış ve savaş kahramanı haline gelmiştir. Ancak yıllar sonra, onun ve çalışmalarının yanında duran hükümet, cinsel kimliği nedeniyle onu hapse atar.
Dahi Bir Zihin: Turning’in Karakter Özellikleri
Turning ve ekibinin çalışmaları, Nazileri ve Enigma kodunu yenmek için savaş çabalarında çok önemliydi. Benedict Cumberbatch hiç The Imitation Game’deki kadar iyi olmamıştı. Turning gibi birinin sahip olması gereken tüm karakter özelliklerini yakalıyor. Pek çok dahi gibi o da biraz işkence görmüş bir ruha sahip, bu da İkinci Dünya Savaşı’ndan yıllar sonra ona yapılan muameleyi daha da utanç verici hale getiriyor.
The Imitation Game’in muzaffer bir ilk yarısı var ama ne yazık ki son yarısında Turning’in özel hayatının ona karşı kullanılmasıyla bize tarihin karanlık bir yüzünü gösteriyor ve bunun ortaya çıkışını izlemek üzücü bir şey.
2 Dunkirk (2017)
Christopher Nolan’ın savaş destanı Dunkirk, 1940 yılının Mayıs ayında Alman kuvvetlerinin müttefik birliklerini Dunkirk sahillerinde kıstırmasını anlatıyor. İngiliz ve Fransız birlikleri karadan, havadan ve denizden sahilleri tahliye etmeye çalışırken Alman cephesi tarafından metodik bir şekilde oyuna getirildiler. Neyse ki, kanalın öte yanında birçok cesur insan teknelerine binerek Alman ilerleyişinden kurtulmak için büyük mücadele veren askerleri kurtarmaya yardım etmek üzere yola çıktı.
En İyi Savaş Filmleri Müttefik Kuvvetlerinin Kurtuluş Çabası
Dunkirk’ü izleyip de panik atak geçirmemek elde değil. Film, Dunkirk sahillerinde Alman ordusunun kıskacından kurtulmaya çalışan Müttefik kuvvetlerinin birçok farklı perspektifinden gerçekleşiyor. Her an neyin yanlış gidebileceğini asla bilemediğiniz için filmin her karesi endişe yaratıyor. Gerçek Nolan tarzında, filmde ince temalar var.
Bunlardan biri, film doruk noktasına ulaştığında hissedilebilecek bir gurur duygusu olmasıdır. Dinamo Operasyonu (Dunkirk tahliyesi) bir ülkenin üniformalı askerlerini destekleme isteğini göstermiştir.
1 The Bridge on The River Kwai (1957)
David Lean, Japon esirleri tarafından Tayland’da büyük önem taşıyan bir köprü inşa etmeleri için kesin emir alan İkinci Dünya Savaşı İngiliz savaş esirleri hakkında tam bir klasik yönetiyor. The Bridge on the River Kwai’de, çalışmaya gönderilen grup, ölümle burun buruna gelmelerine rağmen aralarında bir topluluk hissi bulur. Film, Pierre Boulle’un aynı adlı romanından uyarlanmış olmasına rağmen son derece gerçekçi.
Britanya’nın Zihniyeti ve Gururu
The Bridge on the River Kwai, Büyük Britanya’nın ve üniformalı askerlerinin bu dönemdeki zihniyetini mükemmel bir şekilde yansıtmasıyla bilinir. Sadece İngiltere’den değil, herhangi bir kökenden gelebilir ve bu filmi izlerken kendinizle ve ülkenizle gurur duyabilirsiniz. Filmdeki ünlü replik şöyledir: “Bir gün savaş sona erecek ve umarım gelecek yıllarda bu köprüyü kullanan insanlar köprünün nasıl ve kimler tarafından inşa edildiğini hatırlayacaklar.”
Filmle ilgili bir başka harika şey de, tüm bunların arka planında savaşın daha büyük olayları olmasına rağmen, bu filmin daha çok bu adamlar ve bu sıkıntılı dönemde birbirleriyle olan bağları hakkında bir film olması. Bunun gibi bir tema, hangi ülke temsil edilirse edilsin, bir savaş filmi hazırlanırken evrensel olarak işlenir.